Türkiye’nin ekonomik dönüşümünü ve politika önerilerini ele alan Ekonomist Prof. Dr. Işın Çelebi, ekonomi politikalarının dönüşümünde, döviz kurlarının enflasyon üzerindeki etkilerine ve ihracatçı firmaların rekabet gücüne odaklandı. Enflasyonla mücadelede konusunda da tavsiyelerde bulunan Prof. Dr. Çelebi, “Toplumsal kalkınmayı önceleyen orta vadeli bir politika izlenmeli” dedi.
Güncel makroekonomik görünüm göz önünde bulundurulduğunda ekonomi programının hedeflerinin tutarlı olduğu, bu hedeflere ulaşmaya yönelik politika adımlarının atılabildiği görülüyor. Büyümede dengelenmenin başlaması ve cari dengede iyileşme emarelerinin görülmesi, ekonomi programının şu ana kadar başarılı olduğu taraflardır. Nitekim, para politikası tarafında, Merkez Bankası politikalarında rasyonel bir çerçeve çizmekte ve iletişimiyle tutarlı aksiyonlar almaktadır. Altınbaş Üniversitesi Öğretim Üyesi, Prof. Dr. Işın Çelebi, yapılan faiz artışlarının etkilerini, 6-18 aylık vadelerde görmeyi beklemekle birlikte, para ve maliye politikaları açılarından ekonomi yönetiminin mevcut haliyle olumlu bir görünüm çizdiğini söyledi. Fakat bir ülkenin refahındaki kalıcı artış, sadece para ve maliye politikalarında elde edilen kazanımlarla olamayacağını aynı zamanda yapısal alanlarda da yapılacak reformlarla mümkün kılınabileceğine dikkat çekti.
“Toplumsal kalkınmayı önceleyen orta vadeli bir politika izlenmeli”
Prof. Dr. Işın Çelebi, Altınbaş Üniversitesi Ekonomi Bölümü olarak (Kur – faiz – enflasyon) ilişkisini incelediklerini ve elde ettikleri sonuçları, öğrencileriyle birlikte yazdıkları makaleyle açıkladıklarını söyledi. Ekonomi yönetiminin son yıllarda gözlenen ve anı yönetmeye dayalı olmaktan ibaret politikalar yerine, üretimde verimlilik ve inovasyonu, kurumları güçlendirmeyi ve toplumsal kalkınmayı önceleyen orta vadeli bir politika bakışı geliştirilmesini önerdi. Bu açıdan politikalara girdi sağlayacak bir bilgi birikimine sahip olup, veriye dayalı politikalar üretilmesini sağlayacak yetkin insan kaynağı ve organizasyon kapasitesine ihtiyaç olduğu değerlendirdi. Işın Çelebi’ye göre bu, sadece ekonomi alanı için değil eğitim ve sağlık başta olmak üzere ülke yönetiminin her alanında yapılan politikaların başarısı açısından kritik önem taşıyor. Esas çözülmesi gereken ana problemi 3 maddede ifade eden Çelebi, sorunun çözümünü, orta ve uzun dönemli kalıcı olması gerektiğini anlattı. Buna göre;
1. Rekabet gücünün yükseltilmesini sağlamak,
2. Verimlilik göstergelerinin geliştirilmesinin temin edilmesi,
3. Üretkenliğin arttırılmasıdır.
Çelebi, “Ancak bunların sonucunda orta vadede piyasalarda, kalıcı denge oluşabilir” dedi.
Peki bu kalıcı denge neden hala sağlanamıyor
Işın Çelebi, sadece (kur – faiz – enflasyon) ilişkisi üzerinden çözüm üretmeye çalışmanın, bir ölçüde kısa vadeli düşünmek olduğunu vurguluyor. Çelebi, “O anın problemini çözecek 30 – 90 günlük süreler kısa süreli çözümler yerine, (kur – faiz ve enflasyonda) orta vadede piyasalarda kalıcı denge oluşturulması gerektiğine değinerek, “Kısa dönemli çözümlerle ancak yarını feda edersiniz. Teknik donanımı zayıf olan ülkelerde, imalat sanayinin güçlenmesi gerekir. Bugün imalat sanayimizin ihracatının dünya ticareti içindeki payı yüzde 1 civarındadır. Bu oran hemen hemen uzun zamandır hiç değişmedi. Kısa vadeli yaklaşımlarla emeği ucuzlaştırarak satmak, çözüm olmaktan öte ciddi sorunlar getirir” değerlendirmesini yaptı.
Kur – faiz – enflasyon ilişkisi ve son durum
“Kur – faiz – enflasyon) ilişkisini tek tek ele almanın doğru sonuçlar vermediğini tespit ettiklerini söyleyen Çelebi’ye göre, bu temel değişkenleri eş zamanlı ve senkronize bir bütünlük içinde ele almak gerekiyor. Kur – enflasyon – faiz ilişkisinde, tek başına kur – enflasyon etkisinin sınırlı olduğunu gördüklerine işaret eden Çelebi, işin denklemini ve tarihsel sürecini anlattı.
Döviz arzı – enflasyon ilişkisi: Yüzde 15 – 20 düzeyinde
Çelebi yıllara göre verileri paylaştığı konuşmasına şöyle devam etti:
“1950’den bu yana ekonomik göstergeleri incelediğimizde döviz arzıyla ‘enflasyon – faiz – kur’ arasında doğrudan bir ilişki olduğunu görüyoruz. Döviz kurunun yükselmesinin, enflasyonun yükselmesine doğrudan etkisinin maksimum yüzde 15 – 20 düzeyinde olduğu görülmektedir. Bu ilişki, özellikle 2000 yılından sonra daha açık görünmektedir.
AB tam üyelik yolunda doğrudan yabancı sermaye girişinin arttığı yıllarda (2005 – 2006 – 2007 – 2008 yıllarında) enflasyon artışı (GSMH deflatörü olarak):
2002 yılında yüzde 37,60,
2003 yılında yüzde 23,30,
2004 yılında yüzde 12,40,
2005 yılında yüzde 7,10,
2006 yılında yüzde 9,40,
2007 yılında yüzde 6,20’ye gerilemiştir.
Bu tarihlerde doğrudan yabancı sermaye girişi:
2005 yılında 10 milyar USD,
2006 yılında 20,1 milyar USD,
2007 yılında 22 milyar USD,
2008 yılında 19,9 milyar USD giriş olmuştur.
Bu yapının 2018 yılına kadar sürdüğünü hatırlatan Çelebi, 2018 – 2021 – 2022 ve 2023 yıllarında ise döviz şoku yaşandığını kaydetti. “2018 sonrasında ve 2019 yılından itibaren doğrudan yabancı sermaye girişi, 10 milyar USD düzeyine geriliyor ve enflasyon yüzde 15 – 20 düzeyine yükseliyor. 2022’de enflasyon yüzde 72’ye çıkıyor. 2023 yılında yüzde 67,5 düzeyinde seyrederken, doğrudan yabancı sermaye girişi 10,6 milyar oluyor. Bunun yaklaşık 3,6 milyar USD gayrimenkul yatırımları, 5,6 milyar USD yatırım sermayesi mallarına dönük gerçekleşiyor” bilgilerini verdi.
Döviz kuru şokları ve enflasyon: Ekonomide tehlikeli bir denge
2018 yılından itibaren Türkiye ekonomisinde döviz şokları ve artan enflasyonla birlikte yaşanan gelişmeleri de aktaran Çelebi: “2017 yılında ekonomi yönetiminde yaşanan değişim ve Merkez Bankası’nın bağımsızlığının zayıflaması, faiz politikalarının etkisizleşmesine ve döviz kurlarında dalgalanmalara yol açmıştır. Bu durum, 2018’den 2023’e kadar artan enflasyon ve sermaye çıkışlarına neden olmuştur. Ayrıca, döviz kurunu sabit tutmaya yönelik politikaların ekonomiye zarar verdiği ve enflasyonu kontrol altına almada başarısız olunduğu görülmektedir. Döviz kurundaki dalgalanmaları kontrol altına almak için getirilen Kur Korumalı Mevduat (KKM) gibi uygulamalar da bütçeye yük getirmiştir ve sorunu kökten çözümüne katkı sağlamamıştır. Sonuç olarak, enflasyondaki düşüş için döviz kurundan enflasyona geçişkenlik oranı kritik önem taşıyor ve bu oran 2018 öncesine göre oldukça artmış durumda. Bu oran 2023 itibarıyla yüzde 50’lere ulaştığı için ihtiyatla yaklaşılması gerekiyor” dedi.
Döviz kurundan enflasyona geçiş
Çelebi ayrıca 2023 yılının ikinci yarısından sonraki değişimlerle ilgili, “Ekonomi politikalarında anlayış değişikliğine gidilmiş ve uygulanmaya başlayan ekonomi programının temel hedefi 2000’li yıllarda uygulanan programa benzer şekilde fiyat istikrarının sağlanması olmuştur. Bunun yanı sıra, cari dengede iyileşme ve mali disiplin alanlarında da hedefler belirlenmiştir. Türkiye ekonomisinin yüksek ithal girdiye dayalı üretim ve tüketim yapısı düşünüldüğünde, döviz kurundaki değişimlerin tüketici enflasyonunun temel belirleyicilerinden biri olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu sebeple gerek geçmiş enflasyonun muhasebesini yapabilmek gerekse önümüzdeki dönemin enflasyon görünümüne dair bir bakış geliştirebilmek adına döviz kurundan enflasyona geçiş oranına dair fikir sahibi olmak büyük önem taşımaktadır. Ayrıca son dönemde döviz kurundan enflasyona geçiş oranında radikal artışlar olduğuna yönelik tartışmalar, konuyu enflasyon görünümü için daha da kritik bir hale getirmektedir” şeklinde konuştu.
“Reel kurdaki dalgalanmalar, ithal girdi kullanım oranlarıyla ilişkili”
Türkiye’de reel kur ve yurt dışı talebinin ihracat üzerine etkisini değerlendiren akademik çalışmalar incelendiğinde, reel kurdaki dalgalanmaların ihracat üzerindeki etkisinin temelde ihracatçı firmaların ithal girdi kullanım oranlarıyla ilişkili olduğu görülmektedir” diyerek örneklendirmeye giden Çelebi, “Mesela, üretimdeki ithal girdi oranı yüze 100’e yakın olan hipotetik bir firmayı düşünecek olursak, diğer tüm şartların aynı kaldığı bir durumda gözlenen döviz kurundaki artış, firmanın TL cinsi maliyetlerini ve TL cinsi ihracat satış fiyatlarını aynı oranda arttırarak firmanın ihracat pazarındaki rekabet gücüne herhangi bir etkide bulunmayacaktır. Buna karşılık benzer bir durumda ithal girdi oranı daha düşük firmaların, maliyetlerindeki artışın da daha sınırlı olacağı göz önünde bulundurulduğunda, bu firmaların rekabet gücünde bir artış olacaktır. Öte yandan ekonomideki diğer makroekonomik değişkenler de (ücret, enflasyon ve yerli üretim girdi fiyatları) döviz kurundaki artışa tepki göstermeye başladığında, ithal girdi oranı düşük firmaların maliyetlerinde artışın devam edeceği ve kurdaki artıştan elde edilen rekabet gücünün kaybedileceği söylenebilir. Bu basit çerçeveden düşünüldüğünde döviz kurunda yaşanacak artışların firmaların ihracat pazarındaki rekabet güçlerinde kısa vadede bir miktar artış sağlasa dahi bu artışın geçici olacağı söylenebilir” dedi.
“Döviz kurunun ekonominin içsel döngülerince belirlendiği unutulmamalı”
Çelebi ayrıca, “Türkiye ekonomisinde ihracat dinamiklerini değerlendirmek için öncelikli olarak ihracatçıların ithal girdi oranlarını değerlendirmek makul olacaktır” diyerek sözlerine şu şekilde devam etti:
“Kısaca özetlemek gerekirse bazı iktisadi görüşler, Türkiye’nin toplam ihracatında temel belirleyicinin yurt dışı talep olduğu ve döviz kurunun sınırlı bir etkiye sahip olduğu konusunda uzlaşmaktadır. Öte yandan çalışmalarda incelenen dönemin büyük bir kısmında hem ihracatın hem de döviz kurunun ekonominin içsel döngülerince belirlendiği unutulmamalıdır. Döviz kurunun doğrudan kontrol edilerek ekstrem bir baskı altında tutulacağı hipotetik bir durumda, kurun ihracat üzerindeki etkisi çalışmalarda paylaşılan rakamlardan farklılık gösterebileceği de unutulmamalıdır” ifadelerini kullandı.
Son olarak “ihracatçıların maliyetlerindeki durumu ihracat satış fiyatı yansıtır” şeklinde bir varsayımın yanıltıcı olduğunu da aktaran Çelebi sözlerini şu şekilde sonlandırdı:
“Haluk Bürümcekçi tarafından konu üzerine yazılan köşe yazısında ihracatçılar için Yurt dışı Üretici Fiyat Endeksi (YD-ÜFE) üzerinden basit maliyet hesabı yapılmaktadır. Buna göre ihracatçıların maliyetlerindeki durumu ihracat satış fiyatı yansıtır şeklinde bir varsayım yapılmıştır. Böyle bir varsayım şu açılardan yanıltıcıdır: YD-ÜFE endeksi, yurt dışına satışa konu olan ürünlerin satış fiyatıdır ve bu nihai fiyat ihracatçıların maliyet gelişmelerinin yanı sıra talep gelişmelerini ve ihracatçı firmaların kar marjları hakkında bilgi içeren bir göstergedir. Bu veriye salt maliyet gelişmelerini yansıtıyor şeklinde bakmak doğru değildir. Yazının devamında ise maliyetlerden yalnızca döviz kuru ele alınmış, YD-ÜFE ile döviz kuru endekslenmiş ve baz yıl seçilerek karşılaştırılmıştır. Bu şekilde bir karşılaştırma başta asgari ücret olmak üzere ihracatçıların diğer maliyetlerindeki gelişmeleri kapsamamaktadır. Bu sebeplerle, bahsi geçen karşılaştırma üzerinden ihracatçıların maliyet artışlarını karşılayacak kur seviyesinin tespit edilmeye çalışılmasının makul bir analiz olmadığı değerlendirilmektedir.” – İSTANBUL